9 Şubat 2018 Cuma

Abi...


3 yıl önce yazmışım bu yazıyı. Okurken yine aynı güne gidip aynı sancıları hissettim. 

     Evlat olarak başaramayacağımız bazı şeyler var: Annemizi/babamızı yaptıklarımızla mutlu edebilir, onları gururlandırabiliriz ama başka bir evladın yerini asla dolduramayız. Bize sarılarak sadece teselli bulurlar. "Buna da şükür" derler. 

      Elimde sihirli bir değnek olsa hiç düşünmeden geçmişi değiştirir abimin ölümüne engel olurdum. Belki de bu sayede  annem 17 yıldır boyamadığı saçlarını boyar, erkenden çökmezdi. Kahkahalarında hep bir hüzün olmazdı. Her bayramın ilk günü mezarlığa gidip abime dua etmezdi de o abimin çocukları elini öperken torunlarına dua ederdi. Abimin mezar taşını öpmek yerine torunlarının yanaklarını öper koklardı.

     Birden fazla kişinin sığdığı tek yer anne/baba kalbidir. Onların kalbinden evlat sayıları hiç eksilmesin...

     On bir yaşında bir çocuktum.  Günlerden cumartesiydi. Evde annemle öğle yemeği yiyorduk. Bir yandan da akşam Mithat abilere gidelim diye başının etini yiyordum. Onların evinde VCD Player vardı. Hayatımda ilk defa görmüştüm. Tutturdum illa gidelim diye. “Tamam,” dedi annem. “Baban ve abinler akşam gelsin yemekten sonra gideriz.” Yemek yedik, annem akşam yemeğini hazırlamaya başladı. 
     O akşam ne Mithat abilere gittik, ne de akşam yemeği yedik.
     Ocağın on üçüydü, saat dörde geliyordu ve hava erken kararıyordu. Ocağın bir gözünde mercimek çorbası, diğerinde fasulye kavurması pişiyordu. Kapı çaldı, köylümüz ve arkadaşım Şevket geldi. Şevket’in suratı bembeyaz. Şevket’in dili tutulmuş gibi. Konuşsa dünyaları kusacak ama konuşamıyor. Ağzında bir şeyleri geveliyor ama anlatamıyor. “Sonra yine gelirim,” dedi, koşarak indi merdivenleri. Beş dakika sonra annesi geldi, Yeter teyze. Geveze kadın dilini yutmuş gibi bu kez. Suratı asık ama neden anlayamadım o an. O da bir şey söyleyemeden çekti gitti. Ben sobalı odaya döndüm annem mutfağa…
     Aradan iki saat geçti. Kapı çaldı, anne tarafım komple kapıya yığılmış sanki. Dayımlar… Teyzemler… Eniştemler… Yengemler… Kimi ararsan var… Hepsi karşıda oturuyor, taa Çekmeköy’de… Kapıya gelenler değişiyor ama surat ifadesi herkeste aynı. O ne yapacağını, nasıl söyleyeceğini bilememenin verdiği suçluluk duygusu var herkesin suratında.
     Sahi ya; bir anneye oğlunun kaza yaptığı nasıl söylenebilir ki? Kelimelerin gücü yeter mi buna? Peki hangi dil kaldırabilir ki bu yükü?
     Gürsel abimin kaza yaptığını ilk orada öğrendim. Annemi alıp hastaneye, beni de komşuya götürdüler. Ailemin olmadığı bir evde, ailemden birinin ölüm haberini aldım. Komşunun karısı kızına ben duymayayım diye fısıldarken duydum her şeyi: “Çocuk ölmüş. Aman kızım kardeşine belli etmeyin.”
Çocuk?
Ölmüş?

     Her akşam ana haber bültenlerinde “x kişi öldü y kişi yaralandı”dan ibaret olan ölümün ne demek olduğunu o gün anladım ben.
     O gece orada kaldım. Abim soğuk Ocak ayının soğuk bi gecesinde, soğuk bi morgta yatarken, sıcacık bir evde sıcacık bir yatakta yattım ben. Vicdan değil ama suçluluk duygusu hissediyorum bunu söylerken. İnsanın abisi ölünce kendisini bir şekilde sorumlu tutmak istiyor. Bende kendimi -on bir yaşında küçük bir çocuk olduğum gerçeğini bilerek hiçe sayarak- bu şekilde suçluyorum. Acınızı hafifletmek yerine diri tutmak istiyorsunuz. 
     Beni abimin cenazesine de götürmediler. Tek hatırladığım ve yazarken bile gözümün önüne gelen bir şey var ki onu kafayı yemiş bi kör sağır dilsiz olsam bile hatırlarım: 
     Evin önünde yeşil bir tabut vardı… Tüm sokak tıklım tıklım doluydu.. Herkesi görebiliyordum, herkesi! Başına siyah yazma bağlamış ağıtlar yakan kadınlar, kederli ve metanetli erkekler. “Daha on dokuz yaşındaydı, çok gençti” diyen komşular… Herkes oradaydı ve ayaktaydı. Kendi başlarına nefes alıp veriyor, kendi başlarına konuşuyor ve yine kendi başlarına yaşayabiliyorlardı. O kalabalığın arasında annemi gördüm. Kucaklayıp yüreğinin içine sokarcasına sarıldı tabuta. “Yavrummmmmm” diye bağırdı, ben sağır oldum…
     O yakarınca tüm o kalabalık sessiz bir yığından başka bir şey olmadı benim için. Kimseyi duymadım. Kimseyi görmedim. “Çocuğu alın eve götürün, mezarlığa gelmesin daha yaşı küçük,” diyen kimdi hala bilmiyorum…
     Öyle işte.
     Bir gece tam uyumak üzereyken anneniz, ölen abinizin çerçeveli fotoğrafını salonda boya yapılacağı için getirip odanıza bırakıyor. Siz o çerceveyi elinize alıp uzun uzun düşüncelere dalıyorsunuz. Siz geçmişi düşünürken gözyaşlarınız size aldırmadan gözlerinizden akıyor ve siz buna engel olmak istemiyorsunuz.
     Öyle işte.
     Abiniz ölünce böyle hissediyorsunuz…