3 yıl önce yazmışım bu yazıyı. Okurken yine aynı güne gidip
aynı sancıları hissettim.
Evlat olarak başaramayacağımız bazı
şeyler var: Annemizi/babamızı yaptıklarımızla mutlu edebilir, onları
gururlandırabiliriz ama başka bir evladın yerini asla dolduramayız. Bize
sarılarak sadece teselli bulurlar. "Buna da şükür" derler.
Elimde sihirli bir değnek olsa hiç
düşünmeden geçmişi değiştirir abimin ölümüne engel olurdum. Belki de bu
sayede annem 17 yıldır boyamadığı saçlarını boyar, erkenden çökmezdi.
Kahkahalarında hep bir hüzün olmazdı. Her bayramın ilk günü mezarlığa gidip
abime dua etmezdi de o abimin çocukları elini öperken torunlarına dua ederdi.
Abimin mezar taşını öpmek yerine torunlarının yanaklarını öper koklardı.
Birden fazla kişinin sığdığı tek yer
anne/baba kalbidir. Onların kalbinden evlat sayıları hiç eksilmesin...
On bir yaşında bir
çocuktum. Günlerden cumartesiydi. Evde annemle öğle yemeği yiyorduk. Bir
yandan da akşam Mithat abilere gidelim diye başının etini yiyordum. Onların
evinde VCD Player vardı. Hayatımda ilk defa görmüştüm. Tutturdum illa gidelim
diye. “Tamam,” dedi annem. “Baban ve abinler akşam gelsin yemekten
sonra gideriz.” Yemek yedik, annem akşam yemeğini hazırlamaya başladı.
O akşam ne Mithat abilere
gittik, ne de akşam yemeği yedik.
Ocağın on üçüydü, saat
dörde geliyordu ve hava erken kararıyordu. Ocağın bir gözünde mercimek çorbası,
diğerinde fasulye kavurması pişiyordu. Kapı çaldı, köylümüz ve arkadaşım Şevket
geldi. Şevket’in suratı bembeyaz. Şevket’in dili tutulmuş gibi. Konuşsa
dünyaları kusacak ama konuşamıyor. Ağzında bir şeyleri geveliyor ama
anlatamıyor. “Sonra yine gelirim,” dedi, koşarak indi merdivenleri. Beş
dakika sonra annesi geldi, Yeter teyze. Geveze kadın dilini yutmuş gibi bu kez.
Suratı asık ama neden anlayamadım o an. O da bir şey söyleyemeden çekti gitti.
Ben sobalı odaya döndüm annem mutfağa…
Aradan iki saat geçti. Kapı
çaldı, anne tarafım komple kapıya yığılmış sanki. Dayımlar… Teyzemler…
Eniştemler… Yengemler… Kimi ararsan var… Hepsi karşıda oturuyor, taa
Çekmeköy’de… Kapıya gelenler değişiyor ama surat ifadesi herkeste aynı. O ne
yapacağını, nasıl söyleyeceğini bilememenin verdiği suçluluk duygusu var
herkesin suratında.
Sahi ya; bir anneye oğlunun
kaza yaptığı nasıl söylenebilir ki? Kelimelerin gücü yeter mi buna? Peki hangi
dil kaldırabilir ki bu yükü?
Gürsel abimin kaza
yaptığını ilk orada öğrendim. Annemi alıp hastaneye, beni de komşuya
götürdüler. Ailemin olmadığı bir evde, ailemden birinin ölüm haberini aldım.
Komşunun karısı kızına ben duymayayım diye fısıldarken duydum her şeyi: “Çocuk
ölmüş. Aman kızım kardeşine belli etmeyin.”
Çocuk?
Ölmüş?
Her akşam ana haber bültenlerinde “x kişi öldü y kişi yaralandı”dan ibaret olan ölümün ne demek olduğunu o gün anladım ben.
Çocuk?
Ölmüş?
Her akşam ana haber bültenlerinde “x kişi öldü y kişi yaralandı”dan ibaret olan ölümün ne demek olduğunu o gün anladım ben.
O gece orada kaldım. Abim
soğuk Ocak ayının soğuk bi gecesinde, soğuk bi morgta yatarken, sıcacık bir
evde sıcacık bir yatakta yattım ben. Vicdan değil ama suçluluk duygusu
hissediyorum bunu söylerken. İnsanın abisi ölünce kendisini bir şekilde sorumlu
tutmak istiyor. Bende kendimi -on bir yaşında küçük bir çocuk olduğum gerçeğini
bilerek hiçe sayarak- bu şekilde suçluyorum. Acınızı hafifletmek yerine diri
tutmak istiyorsunuz.
Beni abimin cenazesine de
götürmediler. Tek hatırladığım ve yazarken bile gözümün önüne gelen bir şey var
ki onu kafayı yemiş bi kör sağır dilsiz olsam bile hatırlarım:
Evin önünde yeşil bir tabut
vardı… Tüm sokak tıklım tıklım doluydu.. Herkesi görebiliyordum, herkesi!
Başına siyah yazma bağlamış ağıtlar yakan kadınlar, kederli ve metanetli
erkekler. “Daha on dokuz yaşındaydı, çok gençti” diyen komşular… Herkes
oradaydı ve ayaktaydı. Kendi başlarına nefes alıp veriyor, kendi başlarına
konuşuyor ve yine kendi başlarına yaşayabiliyorlardı. O kalabalığın arasında
annemi gördüm. Kucaklayıp yüreğinin içine sokarcasına sarıldı
tabuta. “Yavrummmmmm” diye bağırdı, ben sağır oldum…
O yakarınca tüm o kalabalık
sessiz bir yığından başka bir şey olmadı benim için. Kimseyi duymadım. Kimseyi
görmedim. “Çocuğu alın eve götürün, mezarlığa gelmesin daha yaşı küçük,”
diyen kimdi hala bilmiyorum…
Öyle işte.
Bir gece tam uyumak
üzereyken anneniz, ölen abinizin çerçeveli fotoğrafını salonda boya yapılacağı
için getirip odanıza bırakıyor. Siz o çerceveyi elinize alıp uzun uzun
düşüncelere dalıyorsunuz. Siz geçmişi düşünürken gözyaşlarınız size aldırmadan
gözlerinizden akıyor ve siz buna engel olmak istemiyorsunuz.
Öyle işte.
Abiniz ölünce böyle hissediyorsunuz…
Abiniz ölünce böyle hissediyorsunuz…